2 Mart 2013 Cumartesi

AHMET ÜMİT – BAB-I ESRAR


   Bu kitabı ilk elime alıp okumaya başladığımda tam da bu sene öğrendiğim Divan Edebiyatını daha yakından tanıma fırsatını elde ettim. Modern hayatın içine Divan anlayışının çok başarılı bir şekilde harmanlandığı bu kitapta, tasavvufi düşünce ile ilgili aklımdaki soru işaretlerinin çoğunu temizlemiş oldum. Ancak bu temizliğin ardından edindiğim yeni bilgilerle birlikte aklımda yeni soru işaretleri oluşmaya başladı.

   Bab-ı Esrar adlı eser Ahmet Ümit’in okuduğum ilk kitabı oldu ve kesinlikle diğer kitapları için de bir okuma isteği uyandırdı. Çünkü yazar dili öyle başarılı kullanıyor ve olayları öyle pürüzsüz anlatıyor ki okumaya başladığınızda cümleler hiçbir engele takılmadan kayıp gidiyor ve sayfalarca okuduğumu fark etmek için dıştan bir dürtüye ihtiyaç duyuyorum. Zaman zaman dilin ağırlaştığı yerler de oluyor, bunu inkar edemem, ancak o kısımlarda bile cümlenin ikinci kere üstünden geçmek yetiyor. Oldukça merakımı uyandıran ve elimden bırakamadığım bu kitabın benim için bu kadar büyüleyici olmasının bir sebebi ana karakterin iç dünyasını birebir yaşamam. Bunun nedeni ise yazarın, karakterin iç dünyasını anlatırken kurguladığı bütün düşünceleri nedensellik tabanına oturtabilmesi. Nedensellik tabanına oturan düşünceler sağduyuya yakın geldiği için ve gündelik hayatta aslında hepimizin hissettiği şeyler olduğu için kabullenmek oldukça kolay oluyor ve bir süre sonra yaşananları içselleştirdiğimi hissedebiliyorum.

   İç dünya analizlerine ek olarak yazarın gerçek dünyadan mekanları, diyalogları, yaşanmış olayları kullanışı çok hoşuma gitti. Benim için bir kitabı okurken önemli olan ve yazarın başarılı olduğunu düşündüren etken o anları adeta yaşıyormuş gibi hissettirmesi. Bunun nedeni ise o anları birebir hissetmek bunu yine bir noktada içselleştirmek ve bir noktada aklınızın bir köşesinde yazanların yer edinmesi demek. Bence aklınızın bir köşesinde kitabın içindeki o sahnelerin yer edinmesi demek, bir yazarın başına gelebilecek en güzel şey olur çünkü bu, okuyucu kitabı sağduyuya yatkın ve hatırlamaya değer bulmuş demektir.

        Biraz da romanın içeriğiyle ilgilenicek olursak, karşımıza gelen ana karakter Karen Kimya Greenwood’un paralel evrende Şems-i Tebrizi oluşu, tasavvufun yakından inceleme fırsatı elde etmesi ve bütün bunlarla paralel şekilde ilerleyen çalışma hayatı hikayenin ana hatlarını oluşturur. Yazarın sadece tasavvufun içinde boğulup gitmemesi, günlük hayatın akışını bize başarılı bir şekilde aktarması kitabı okurken alınan keyfin sürekliliğini sağlıyor. Bunun nedeni ise çok zevk alarak öğrendiğim Divan Edebiyatı’nın yoğunluğu içinde, günlük hayattan tanıdık kareler, tanıdık insan tasvirleri görmek hikayenin daha da içine girmemi sağlıyor.

   Örneğin yazarımız kitabın daha başlarında Konya’daki Şems-i Tebrizi Camii ve Türbesi (37. Sayfa son paragraf) yapısını kullanarak, aslında anlattıklarının havada kalmadığını, gerçek sokaklarda geçtiğini kanıtlamış oluyor. 





   Bunun yanında Konyayla ilişkilendirilen Medusa ile ilgili bir hikaye oldukça ilgimi çekti ve kitapta küçük bir sürpriz etkisi yarattı benim için. 79. sayfanın ilk paragrafında anlatıldığı üzere Zeus’un cesur oğlu Perseus, saçları yılana dönüşen, baktığı herkesi taşa çeviren, eski güzelliğinden eser kalmayan ve Toros Dağları’ndan sık sık inip insanları öldüren Medusa’nın başını Athena’nın yardımıyla kesip halkını bu canavardan kurtarmış. Halk bu kahramana duyduğu minneti şehrin her yanına onun ikonlarını dikerek göstermiş. Her yanı ikonlarla çevrilen bu kente de “İkonion” adı verilmiş. İkonion ise bugün bildiğimiz adıyla Konya’nın ta kendisidir. Bunun bende bir sürpriz etkisi yaratmasının sebebi ise Divan ve günümüz konseptini benimsemiş bir roman içinde hiç beklemediğim bir anda karşıma çıkan bu mitolojik kahramanlar ve onların Konyayla olan ilgileri.

   Kitabın 88. sayfasına ilerlediğimizde ise görüyoruz ki Mevlevilik ve dergah kelimelerini belirgin bir şekilde fark ediyoruz ve onlarla ilgili bölümler gelmeden önce küçük ipuçları alıyoruz.

   Kitabın en başından beri okuyucusunu şaşırtmaya doyamayan yazar, 108. sayfada karşımıza İngiliz doktorun sevgilisine okuduğu Mevlana’nın bir şiiriyle karşımıza çıkıyor ve bu kısımda her şiirin kendi dilinde daha büyük anlam ifade ettiği mesajını bir diyalog yardımıyla okuyucuya oldukça başarılı bir şekilde veriyor.

   124-125. sayfalarda ise neyin tasavvuftaki yeriyle ilgili bilgilendirme, diyalogların içine ustaca yerleştirilip okuyucuya sunulmuş.

   Ancak bunların hiçbirini anlamak Mevlana ve Şems-i Tebrizi’nin arasındaki sevgi bağının dünyevi bir aşk mı yoksa ilahi aşkla yanıp tutuşan iki tasavvuf ehlinin arasındaki inanç birliği mi olduğuna karar vermek kadar zor olmadı. Sayfalarca bu iki karakterin birbirleriyle diyalogları, iç düşünceleri, yaşadıkları anlatılıyordu. Hiçbirinde kesin bir yargıya varamadım ama kitaptaki tasvirler beynimde öyle bir merak uyandırmıştı ki, yazımın başında bahsettiğim o yeni soru işaretleri oluşmaya başladı. Böylece bu kitap beni bu ikili arasındaki bağı irdelemeye itti. Birkaç kişiyle düşüncelerimi paylaşıp, fikir aldıktan sonra kendimce vardığım bir karar vardı. Bu karar da Mevlana ve Şems-i Tebrizi’nin aslında dünyevi bir aşk yaşıyormuşçasına hissettikleri ancak böyle hissetmelerinin sebebinin vahdet-i vücut (herkesin Allahın bir yansıması olduğu görüşü) anlayışını mükemmel bir şekilde içselleştirmeleri ve karşılıklı olarak Allah’ın yansımasına karşı büyük bir aşk beslemiş olmalarıydı. Biraz karışık ve anlaması zor olsa da bu görüşüm kitabı okuyup araştırdıktan sonra kendi yorumlarımdan ortaya çıktığı için bu kitabı iyi analiz ettiğimi düşünmemi sağladı.

   Tasavvufla ilgili önümde yeni bir kapı açan ve düşüncelerimi bir sınırdan kurtardığı için bu kitabı şimdiye kadar okuduğum en başarılı kitap olarak sayabilirim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder