Bu kitabı ilk elime
alıp okumaya başladığımda tam da bu sene öğrendiğim Divan Edebiyatını daha
yakından tanıma fırsatını elde ettim. Modern hayatın içine Divan anlayışının çok
başarılı bir şekilde harmanlandığı bu kitapta, tasavvufi düşünce ile ilgili
aklımdaki soru işaretlerinin çoğunu temizlemiş oldum. Ancak bu temizliğin
ardından edindiğim yeni bilgilerle birlikte aklımda yeni soru işaretleri
oluşmaya başladı.
Bab-ı Esrar adlı
eser Ahmet Ümit’in okuduğum ilk kitabı oldu ve kesinlikle diğer kitapları için
de bir okuma isteği uyandırdı. Çünkü yazar dili öyle başarılı kullanıyor ve
olayları öyle pürüzsüz anlatıyor ki okumaya başladığınızda cümleler hiçbir
engele takılmadan kayıp gidiyor ve sayfalarca okuduğumu fark etmek için dıştan
bir dürtüye ihtiyaç duyuyorum. Zaman zaman dilin ağırlaştığı yerler de oluyor,
bunu inkar edemem, ancak o kısımlarda bile cümlenin ikinci kere üstünden geçmek
yetiyor. Oldukça merakımı uyandıran ve elimden bırakamadığım bu kitabın benim
için bu kadar büyüleyici olmasının bir sebebi ana karakterin iç dünyasını
birebir yaşamam. Bunun nedeni ise yazarın, karakterin iç dünyasını anlatırken
kurguladığı bütün düşünceleri nedensellik tabanına oturtabilmesi. Nedensellik
tabanına oturan düşünceler sağduyuya yakın geldiği için ve gündelik hayatta
aslında hepimizin hissettiği şeyler olduğu için kabullenmek oldukça kolay
oluyor ve bir süre sonra yaşananları içselleştirdiğimi hissedebiliyorum.
İç dünya
analizlerine ek olarak yazarın gerçek dünyadan mekanları, diyalogları, yaşanmış
olayları kullanışı çok hoşuma gitti. Benim için bir kitabı okurken önemli olan
ve yazarın başarılı olduğunu düşündüren etken o anları adeta yaşıyormuş gibi
hissettirmesi. Bunun nedeni ise o anları birebir hissetmek bunu yine bir noktada
içselleştirmek ve bir noktada aklınızın bir köşesinde yazanların yer edinmesi
demek. Bence aklınızın bir köşesinde kitabın içindeki o sahnelerin yer edinmesi
demek, bir yazarın başına gelebilecek en güzel şey olur çünkü bu, okuyucu
kitabı sağduyuya yatkın ve hatırlamaya değer bulmuş demektir.
Biraz da romanın içeriğiyle ilgilenicek
olursak, karşımıza gelen ana karakter Karen Kimya Greenwood’un paralel evrende
Şems-i Tebrizi oluşu, tasavvufun yakından inceleme fırsatı elde etmesi ve bütün
bunlarla paralel şekilde ilerleyen çalışma hayatı hikayenin ana hatlarını
oluşturur. Yazarın sadece tasavvufun içinde boğulup gitmemesi, günlük hayatın
akışını bize başarılı bir şekilde aktarması kitabı okurken alınan keyfin
sürekliliğini sağlıyor. Bunun nedeni ise çok zevk alarak öğrendiğim Divan
Edebiyatı’nın yoğunluğu içinde, günlük hayattan tanıdık kareler, tanıdık insan
tasvirleri görmek hikayenin daha da içine girmemi sağlıyor.
Örneğin yazarımız
kitabın daha başlarında Konya’daki Şems-i Tebrizi Camii ve Türbesi (37. Sayfa
son paragraf) yapısını kullanarak, aslında anlattıklarının havada kalmadığını,
gerçek sokaklarda geçtiğini kanıtlamış oluyor.
Bunun yanında Konyayla ilişkilendirilen Medusa ile ilgili bir hikaye oldukça ilgimi çekti ve kitapta küçük bir sürpriz etkisi yarattı benim için. 79. sayfanın ilk paragrafında anlatıldığı üzere Zeus’un cesur oğlu Perseus, saçları yılana dönüşen, baktığı herkesi taşa çeviren, eski güzelliğinden eser kalmayan ve Toros Dağları’ndan sık sık inip insanları öldüren Medusa’nın başını Athena’nın yardımıyla kesip halkını bu canavardan kurtarmış. Halk bu kahramana duyduğu minneti şehrin her yanına onun ikonlarını dikerek göstermiş. Her yanı ikonlarla çevrilen bu kente de “İkonion” adı verilmiş. İkonion ise bugün bildiğimiz adıyla Konya’nın ta kendisidir. Bunun bende bir sürpriz etkisi yaratmasının sebebi ise Divan ve günümüz konseptini benimsemiş bir roman içinde hiç beklemediğim bir anda karşıma çıkan bu mitolojik kahramanlar ve onların Konyayla olan ilgileri.
Kitabın 88.
sayfasına ilerlediğimizde ise görüyoruz ki Mevlevilik ve dergah kelimelerini
belirgin bir şekilde fark ediyoruz ve onlarla ilgili bölümler gelmeden önce
küçük ipuçları alıyoruz.
Kitabın en başından
beri okuyucusunu şaşırtmaya doyamayan yazar, 108. sayfada karşımıza İngiliz
doktorun sevgilisine okuduğu Mevlana’nın bir şiiriyle karşımıza çıkıyor ve bu
kısımda her şiirin kendi dilinde daha büyük anlam ifade ettiği mesajını bir
diyalog yardımıyla okuyucuya oldukça başarılı bir şekilde veriyor.
124-125. sayfalarda
ise neyin tasavvuftaki yeriyle ilgili bilgilendirme, diyalogların içine ustaca
yerleştirilip okuyucuya sunulmuş.
Ancak bunların
hiçbirini anlamak Mevlana ve Şems-i Tebrizi’nin arasındaki sevgi bağının
dünyevi bir aşk mı yoksa ilahi aşkla yanıp tutuşan iki tasavvuf ehlinin
arasındaki inanç birliği mi olduğuna karar vermek kadar zor olmadı. Sayfalarca
bu iki karakterin birbirleriyle diyalogları, iç düşünceleri, yaşadıkları
anlatılıyordu. Hiçbirinde kesin bir yargıya varamadım ama kitaptaki tasvirler
beynimde öyle bir merak uyandırmıştı ki, yazımın başında bahsettiğim o yeni
soru işaretleri oluşmaya başladı. Böylece bu kitap beni bu ikili arasındaki
bağı irdelemeye itti. Birkaç kişiyle düşüncelerimi paylaşıp, fikir aldıktan
sonra kendimce vardığım bir karar vardı. Bu karar da Mevlana ve Şems-i
Tebrizi’nin aslında dünyevi bir aşk yaşıyormuşçasına hissettikleri ancak böyle
hissetmelerinin sebebinin vahdet-i vücut (herkesin Allahın bir yansıması olduğu
görüşü) anlayışını mükemmel bir şekilde içselleştirmeleri ve karşılıklı olarak
Allah’ın yansımasına karşı büyük bir aşk beslemiş olmalarıydı. Biraz karışık ve
anlaması zor olsa da bu görüşüm kitabı okuyup araştırdıktan sonra kendi
yorumlarımdan ortaya çıktığı için bu kitabı iyi analiz ettiğimi düşünmemi
sağladı.
Tasavvufla ilgili
önümde yeni bir kapı açan ve düşüncelerimi bir sınırdan kurtardığı için bu kitabı
şimdiye kadar okuduğum en başarılı kitap olarak sayabilirim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder